11 Ağustos 2009 Salı

Neşet Ertaş Kimdir


Katıldığı bir radyo programında kendisine ''Neşet Ertaş'' dinler misiniz'' diye sorulması üzerine ''O da kim'' yanıtını veren Nil Karaibrahimgil bu yanıtı karşısında bir hayli eleştirilmişti. Bu haber elbette hepimizin dikkatini çekti ve bir anda bu hoyrat açıklama karşısında şaşırık kaldık. Daha sonrasında NTV'de yayınlanan ''Gece-Gündüz'' programına konuk olan Karaibrahimgil duruma bir açıklık getirdi ki; orada geçen konuşmaları sevgili Suat Kavukluoğlu'nun kaleme aldığı bir yazıdan aktarıyorum.

" Ben Neşet Ertaş'ı tanıyorum. Ama şöyle; duydum. Soru şuydu: Türk Sanat müziği ve halk müziği dinliyor musun? Cevap: Dinlemiyorum, yalan söyleyecek halim yok. Soru: Neşet Ertaş'ı tanıyor musun? Cevap: Evet, tanıyorum ama hangi türküleri söyler, yani kendi türkülerini mi söyler, ne yapar bilmiyorum, dedim. Basına da o şekilde yansıdı. Herhalde o sıralarda bir şeylerin altını çizmek istediler. Ben burada söz yazan, müzik yapan biri olarak hiç kimseyi tanımak zorunda değilim. Hiç birimiz değiliz bence. Tabi ki geçmişten günümüze bize bir şeyler getiren büyük müzisyenler vardır: Kutsi Ergüner, Erkan Oğur gibi, bunları duyuyoruz. Ama çok azımızın bunları oturup gerçekten dinlediğini düşünüyorum. Dinlemek zorunda olduğumu gerçekten hiç düşünmüyorum. Neşet Ertaş'ı duydum ama hiçbir zaman Neşet Ertaş dinlemedim".

Bir de duruma diğer cepheden bakmak vardı ve de o da yapıldı. Ertaş cephesinden bakın şöyle bir yanıt geldi. ''Özellikle kadınlara taşıdıkları ruhtan, analıklarından dolayı saygı duyuyorum. O kızımızın gözlerinden öpüyorum. Kimse kimseyi tanımak mecburiyetinde değil.'' Ne kadar içten bir tavır.

Programı izlemedim ama bunun üzerine bir başka programa katılan Karaibrahimgil'e yeniden bu durum hatırlatıldığında verilen yanıt şu oldu bu kez. "Ne var bunda, Neşet Ertaş beni tanıyor mu acaba? Ki kimse kimseyi tanımak zorunda değil! Ama olay nedeniyle sayemde Neşet Ertaş tanındı. Genç nesilden onu tanımayanlar vardı..." Bu metni bugün internet sitelerinde bu şekilde okudum en azından ama anlaşılan o ki bir talihsizliktir devam ediyordu. "Kendisine beni sormuşlar, 'Tanımak zorunda değil, gözlerinden öperim" demiş. Ne güzel söylemiş, çok tatlı bir adam. Ona telefonla ulaşmak istiyorum, henüz yapamadım ama bunu gerçekleştireceğim." diye de konu bağlanıyordu.

Geçtiğimiz aylarda sitemizde, Muhammed Tiryaki'nin ''Öyle Bir Geçer Zaman ki'' isimli köşesinde bir Neşet Ertaş yazısı okumuştuk. Bu yazıyı kendisine ithaf ediyor ve bir kere daha sizlerle buradan paylaşmak istiyoruz.


Bozkırın Tezenesi

Yaşar Kemal böyle hitap etmiş kendisine. Üstad böyle hitap ettiğine göre bizim de ozan Neşet Ertaş'ı başka bir şekilde anmamız düşünülemez zaten. Ertaş'ın hayatını konu eden kitap bile yazsanız bu iki kelimeden daha kapsamlı olmazdı. Evet, gerçekten de o içine doğduğu bozkırın ruhudur. Orta Anadolu'nun çorak topraklarında başlayan acı dolu hikayesini tezenesinin gücüyle yenmiş, ardından da ülkenin en büyük sevgi ve hoşgörü ozanı haline gelmişti.Hayatı boyunca tam üç kere öldü haberi yayıldı. Bir defasında, kendisinden uzun süre haber alınamayınca halk gerçekten de ajanslara akın etti. Çünkü o ülkenin otantizminin bekçisiydi. Her daim ihtiyaç duyulan büyük müzisyendi.

Kent yaşamının bütün aldı-verdilerine kaptırdığımız hayatımızın kıra dönük tavrını belirleyebildiğimiz, türkülerine kaçış yaptığımız 2-3 ozandan birisidir Neşet Ertaş. Türkülerinde bulunan özlü hal, bu tahsil görmemiş ama felek çemberinde kendini eğitmiş ozanın en büyük avantajı oldu. Muharrem Ertaş gibi bir ustanın, babası olması da ona doğuştan verilen bir piyango gibiydi. Küçük Neşet, babasının yanında çok uzun zaman boyunca düğünlerde oynadı. Abdal kültürünün üzerine yıktığı bütün rolleri tek tek aldı. Kah babasının bağlamasının yanında tef çaldı, kah kaşık yaşı gelene kadar zilleri takıp düğüncüleri eğlendirdi.

5 kardeştiler, ailenin tek geçim kaynağı baba Muharrem Ertaş'ın bağlama nağmeleriydi. Neşet'in doğmasından günler önce Muharrem Ertaş, birçokları gibi İstanbul'un yolunu tuttu. Sirkeci'ye indiğinde tarih 9 kasım 1938'di. O, sanatını plaklaştırıp tüm Türkiye'ye yaymak için çıkmıştı bu yola. Fakat talihsizlik o kadar büyüktü ki İstanbul'daki ilk sabahında ülke atasını kaybetti. Mühim işler, bir anda daha mühimiyle kesildi. Bütün ülke yas tutarken Ertaş'ın girişimi sonuçsuz kalacaktı. Geri döndü, döndüğünde Neşet'i kucağına verdiler. Küçük Neşet büyüyene kadar gözü hep babasının bağlamasındaydı. Babası da ona çamaşır tokacından minyatür bir bağlama yaptı. Ama bu sahte çalgı onun içindeki aşkı doyuracak çapta değildi. Nihayet 16 yaşına geldiğinde esaslı bir sazı eline alabilmişti. Hemen hemen aynı dönemde hem annesini kaybetti hem de babasını askere uğurladı.

Çoluk çocuk sefil halde beklerken büyükler üvey anneyle küçükler de süt anneyle tanıştılar. Her daim hor görülen, durmadan köy değiştiren bir Abdal ailesi için yıkım değildi bu. İlk aşkına 4 yaşında tutulan Neşet, daha büyük sevdasını aramaya müziği profesyonelce yapmaya İstanbul'a gitmeye karar verdi. Evinden Ankara'ya kadar gidecek parası vardı. Ankara'ya indiğinde otobüs yazıhanelerinde akşama kadar bağlama çalmanın karşılığı olarak o tarihler için epey uzun bir yolculukta ayakta gitmesine müsaade edildi. Neşet Ertaş bunları çileden saymıyordu. Onun için önemli olan ülkenin en umut kapısı olan kentinde başarıyı yakalamaktı ve bunu sağlarken yaşayacaklarının zor olacağını zaten kestirebiliyordu.

İstanbul'daki ilk günleri yine çile doluydu. 5 kuruş parası yoktu. Akşama kadar iş aramış ama bulamamıştı. Geceyi sokakta aç halde geçirdi. Sabah olup da iş yerleri yeniden açıldığında iş bulmaya koşturdu. Ama bulamıyordu, olmuyordu bir türlü. Sonunda tesadüfen Kadri Şençalar'ın sahibi olduğu Şençalar Plakçılık'ı buldu. O sırada yeni çıkan Behiye Aksoy plağını test eden yetkililer kapıda kavruk bir Anadolu çocuğunu gördüler. Ne istediğini sormalarına gerek yoktu. Bağlama ve yüzdeki hüzün herşeyi anlatıyordu. “Çal” dediler. Ve çaldı…

Kadri Şençalar, plak için hemen söz vermedi ama sesinden çok etkilenmişti. Neşet Ertaş'ı tuttuğu gibi Beyoğlu Pavyon'a götürdü. Sahiplerini çağırdı ve Neşet'in artık burada çalacağını emretti. Emri hemen karşılık buldu ve kalacak yer ve 7,5 lirayla Neşet Ertaş artık pavyonun gözde sazcısı oluverdi. 1957 yılında da ilk plağını çıkardı. Artık tüm ülkenin sanatçısı olmaya başlıyordu. Babası onunla gurur duyuyor, plakçılar Muharrem ustanın oğlu diyince kapıları daha bir açıyorlardı. Ardından en başarılı dönemi olan 1960'lı yıllar geldi. Ülke ilk ihtilalini yaşamıştı, ama her Anadolu fakiri gibi Neşet Ertaş etkilenmedi bunlardan. Siyasete asla meyil vermedi. O bir sevgi mengisi olmaya namzet görüyordu kendini. Öyle de oldu. Anam Ağlar, Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Mühür Gözlüm gibi türküleri ülkeyi adeta salladı.

Neşet Ertaş, plak işlerini hep İstanbul'da yürüttü ama sonra kendine daha büyük bir hedef koydu. O, artık TRT radyolarına çıkmak istiyordu. Bir 45'liğini aldı eline ve Ankara'nın yolunu tuttu. Sıhhiye'deki geniş binanın en alt katında Muzaffer Sarısözen, Türkü Saati programının denemelerini yapıyordu. Neşet'i baştan tanıyamadı ama sazını çaldığında bu gencin farkını hemen anladı. O geceki programda, Ertaş, hem türkü söyledi hem de memleketi Kırşehir'i kısaca tanıttı. Onu radyodan dinleyenler bu sesi ve bu tezeneyi belleklerine kazıdılar iyice. Yakaladığı başarının ardndan Samanpazarı'nda saz dükkanı açan Neşet Ertaş, hayatının ivmesini bu dükkanda yakaladı. Meşhur, Leyla'sıyla burada tanıştı. Kadri Şençalar'ın kendisine taktığı Garip mahlasına Mecnun'luğu bu günden sonra eklenecekti. Neşet Ertaş, divane gibi aşık olmuştu. Durumu babasına bildirdi. Babası, üvey anasını da yanına alıp Ankara'ya gelip gelinini tanıdı, ama beğenmedi ve “aslı bozuk” dedi.

Neşet Ertaş, bir halk ozanıydı. Babasına karşı gelecekse de bunu sazıyla yapabilirdi. Haberi duyan Muharrem usta “Küsmedim Neşet'im” bozlağını yaptı. Ama oğlu ondan daha baskın çıktı ve muhteşem bir türkü olan “Aslı Bozuk Deme”yi yarattı. Leyla'yla bu şartlar altında evlenmişti. Ama kendisinin dev yapıtlar üretmesine sebep olacak bu mutsuz evlilik, onun şöhretine şöhret katsa da kendisini mutlu edemiyordu. Sevda Gitmiyor Serde, Kendim Ettim Kendim Buldum hep o Leyla'ya yazıldı ve bir süre sonra Neşet, çocuklarının anasından ayrılmak zorunda kaldı.

O dönem kendi orkestrasını da oluşturdu. Zaman zaman Erkin Koray'la hatta Orhan Gencebay'la küçük işler yaptı. Turne kadrolarına dahil oldu. Sanatının da ününün de doruğundaydı. Hatta bir İzmir Fuarı'na Zeki Müren tarafından özel olarak davet edildi. Neşet Usta, Zeki Paşa'ya tam 6 saat saz çaldı. Zeki Müren, bir bozlak okudu. Ardından Zahidem'e geçti ve ikinci dörtlükte sazı da sözü de Neşet Ertaş eline aldı. Onun söyleyişi Zeki Müren gibi bir devi bile dağıtabilmişti. Zeki Müren kendinden geçtikçe geçiyor, Neşet Ertaş söyledikçe söylüyor, çaldıkça çalıyordu.

Ardından gene kötü günler başladı. 1979'da bir gece programı esnasında tek geçim kaynağı olan parmaklarına sahnede felç indi. Saz çalamaz oldu. Bir anda işleri bozuldu. Zaten ülkenin kritik dönemleri olduğundan sanatçılar iş yapamazken şimdi bir de felçle uğraşıyordu. Parasız kaldı. Zamanında düğünlerini yaptığı, yardım ettiği adamlara gitti. Kimisi kapıyı bile açmazken kimisi tanımazlıktan geldi. O sıralarda Almanya'daki ağabeyinden çağrı geldi. Tedavisi orada yapılacaktı. Koca usta, ülkesinden ayrılıyordu. Kırşehir'den ayrılırken hissettikleri şimdi yıllar sonra yine önüne çıkıyordu işte. Almanya'ya ses sanatçısı olarak gitti. Tedavisini yaptırdı ama hem Leyla'nın izlerinden dolayı hem de dostlarına olan küskünlüğünden dolayı geri dönmedi. Çocuklarını da alıp oraya yerleşti. Bir enstitüde çocuklara bağlama dersleri vermeye başladı. O sırada Almanya'da olan Cem Karaca, Selda Bağcan, gibi isimlerle hasbıhal ediyordu.
Neşet Ertaş, 1980'ler boyunca zaman zaman Türkiye'ye gelip albümler yaptı. Artık özellikle de Orta Anadolu halkı tapıyordu ona. Neşet, diyince akan sular duruyordu. O bir efsane haline gelmişti. Aşık Mahzuni Şerif'le birlikte ülkenin en sevilen en ve sayılan iki ozanı olmuşlardı. Alttan gelen Arif Sağ ve Musa Eroğlu gibi isimlere öncülük etmişlerdi. 1990'lara geldiğinde ise artık yaşlanmaya başladığını hissediyordu. Bir daha hiç maddi sıkıntıya düşmeyecek şekilde bir birikime sahip olmuştu ama bu raddeye gelene kadar da adeta ermişti.Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. “Gonullerin hızmatçısı, ayaklarımızın turabı” ülkenin en saygı duyulan sanatçılarından birisi olmuş ve bunu da içinde taşıdığı o sade ama derin felsefesiyle başarmıştı. Beyoğlu Pavyon'da başlayan gösteri yaşamı da artık konser salonlarında, stadyumlarda sürüyordu.

Neşet Ertaş bir gün bir konserinde sıcaktan etkilenip terledi ve o güne kadar hiçbir sanatçının yapmadığını yapıp önündeki 25.000 kişiden ceketini çıkarmak için izin istedi. İzleyicilerin hepsi kendisini hor gören şarkıcılardan bıktığından önce anlam veremedi, çok kısa bir sessizlik oldu sonraysa ortalık alkış tufanından yıkıldı ve Neşet Ertaş ya da benim hitabımla Neşet Ağam artık bir efsane oldu. Bugün gel bana bedava hizmetçilik (onun deyimiyle hızmatçılık) yap diye çağırsa hiç düşünmeden yanına koşacağım tek insan olmasının sebebi de bu alçakgönüllü ululuğundadır.

Muhammed Tiryaki / Öyle Bir Geçer Zaman ki

1 yorum:

Ergin dedi ki...

Cahillikle saygısızlık arasında ince bir çizgi vardır. Hatta o kadar incedir ki bu çizgi; "Neşet Ertaş dinler misiniz" sorusuna "hiç dinlemedim" demek cahillikken "O da kim" demek saygısızlıktır.

İster Boğaz'ın konaklarında yaşasın, ister Doğubeyazıt'ın kerpiç evinde yaşasın bu ülkede herkes Neşet Ertaş ismini duymuştur. Dinlemese bile ismini duymuştur. O yüzden yukarıdaki soruya "O da kim" diye cevap vermek insana 'keşke cehalet olsaydı' dedirtecek kadar büyük bir saygısızlıktır.